30 Nisan 2012 Pazartesi

İzmir'li olasın mı var?

Bahse varım Mavi'nin bu yeni İzmir baskılı t-shirtleri, İstanbul t-shirtlerine bin basacak. Neden mi?
Üzerilerindeki yazıları okumanız yeterli. Bence çok da orijinal olmuşlar, ilgi çekici. Diğer yandan da İzmir'liyi İzmir'li gibi tanıtan, orasını burasını değiştirmeyen tarzdan baskılar... Birkaçını sizinle paylaşayım da ne demek istediğimi tam olarak anlayın.

İzmir'i çok ayrı seviyorum, hele bir de yaz gelince. Ama en güzeli yaptığım kaçamak oluyor; Ankara'da kasımın kuru soğuğundan kaçıyorum, mis gibi piknik havası tadındaki İzmir'ime geliyorum. Fazla sahiplendim farkındayım ama son iki yıldır, ailemin en sevdiğim üyeleri de orada. Yani artık yarı parçam İzmir'de, bu nedenle uzak akrabaları ziyaret dışında artık çok önemli nedenlerim var oraya gitmek için. Hele bir de, bir akşam o Alsancak'a gidin. O insanların rahatlığı, eğlencesi ve samimiliği sizi bir etkilesin; ondan sonra dönün hele dönebiliyorsanız Ankara'ya! Neyse uzun lafın kısası: Evet! Bu t-shirtleri giyip, İzmir'li olasım var hem de çok!



Fashion Against Aids


Geçenlerde alışveriş için en sevdiğim saat olan 8-10 arası Cepa'da mağaza mağaza dolaşıyordum. Sonra H&M'e gireyim dedim. Tam da yeni koleksiyonlarını derliyorlarmış. Mağazaya giren herkes, yeni ürünlerin gelmesinin heyecanıyla 5 parçadan az olmamak üzere kıyafet, ayakkabı v.s alıyor, kabinlerin önündeki görevlileri "İçeride askı bırakmayalıım!" şeklinde bağırtıyordu. Neyse ben de yeni koleksiyona şöyle bir göz atayım diye o tarafa yönlendim. Ama koleksiyondan öte astıkları bir ibare daha çok ilgimi çekti.

Bu koleksiyonun en güzel yanı, hem mağazalardan yapılan her alışverişin %20si'nin Aids adına bağışta kullanılması, hem de bir nevi toplumsal uyanış için sosyal medyayı da kullanarak, insanları bu konuda bilinçlendirmesi. Hatta bu konuda bir de web sitesi var: http://campaign.hm.com/faa2012/?lang=tr Kampanya da siteden anlayacağınız gibi gayet güzel gidiyor, yapılması gereken tek şeyse, siteye bir öpücük fotoğrafı yüklemek.


Ben tercihimi kuru kafalı bilezikten yana kullandım. Koleksiyonda ayrıca beğendiğim birkaç fotoğraf da aşağıda, herkese şimdiden iyi alışverişler!








26 Nisan 2012 Perşembe

"Gucci Café"de bir öğleden sonra...



Marka olmak nasıl bir şeydir anlatayım sizlere. Giyim sektöründeyseniz sadece elbise, ayakkabı, çanta satmaktan geçmez marka yaratmak. Tamam kaliteli, özgün ve şık olmak zorundasınızdır; ancak bunun yanında kalıcı olmak ve de fiyatlarınızı sizinle aynı sektördeki diğer markalardan biraz daha üstünde belirleyebilmek adına, müşterilerinize bir elbisenin yarattığı hazdan daha fazlasını vermek zorundasınız.

Şahsen favori tasarımım







Bahsettiğim bu özelliği en iyi taşıyan markalardan biri de resimlerden de görebileceğiniz kadarıyla Gucci'dir. Çünkü müşterilerine bir hayat stili satarlar. Elleri poşetlerle dolu, seçim yaparken ya da kıyafetleri denerken yorgun düşen müşterilerini bir sütlü kahve içmeye, yorgunluklarını dindirmeye davet ederler. Tabi ki her yerde yine amblemleri, şıklıklarının temsilcisidir! Oraya gidenler de kendilerini doğal olarak özel hissederler, ne de olsa içtikleri kahveden yedikleri pastaya kadar elitler! Oradan çıktıklarında cüzdanlarında biraz daha hafiflik hissederler; fakat zaten yeni aldıkları Gucci çantanın yanında bir kahvenin lafı olmaz!

Bu da yeni yıl tasarımı olsa gerek
İştah kabartıcı değil mi?
Son olarak iletmek istediğim bir şey var eğer siz de bir gün, bir öğleden sonra günün yorgunluğunu atmak ve belki de özel hissetmek isterseniz, böyle bir caféye gidin. Gerçekten ne hissettirdiğine bir bakın. Oradan mutlu ayrılacağınıza eminim. Bizim en büyük eksikliklerimizden biri, müşteriyi dükkandan çıktığında bağlılık yaratamamamız, bu yüzden uluslararası ünlü bir Türk markası yaratamıyoruz. İşte bu pazarlama zihniyeti de değişmeden, bunu yaratmamız imkansız. Bir marka içinde her şeyi barındırabilmeli, bunu yaparken de en çok müşteriyi düşünmeli. Tamam "Müşteri her zaman haklıdır." politikasını anlamışız da "Müşteri buradan mutlu ayrılmalıdır." nerede?



25 Nisan 2012 Çarşamba

Sürreal Cennete Hoşgeldiniz!

Xilitla, Las Pozas

Görmüş olduğunuz bu resimler, 20. yüzyılın en az bilinen artistik güzelliğine, Meksika'ya 7 saat uzaklıktaki Las Pozas'a (Xilitla) ait. Sanatçı ve aynı zamanda şair Edward James, 25 yılını (1960'taki ölümüne kadar), söylenene göre 7 milyon dolar harcayarak bu eseri ortaya çıkarmıştır. O dönem İngiliz bürokrasisinden kaçan James, Meksika Las Pozas'a yerleşerek hayatının geri kalan kısmını burada geçirmiş.


Bahçeye giriş
 
Hiç bir yere ulaşmayan merdivenler  


Söylenene göre buraya yerleşmesi üzerine iki rivayet varmış: İlki, sıkıldığı İngiliz bürokrasisinden olabildiğince uzağa kaçmak, kendisi ve orkidelerine en uygun şatoyu ormanın içine kurmakmış. İkinci rivayete göreyse ilk defa ziyaret ettiği Xilitla'da doğal havuz kenarında derin bir uykuya dalan James'i büyük bir grup kelebeğin vücuduna konarak uyandırmasıymış. Bunun cennetten gelen bir işaret olduğuna inanan James, bahçenin yapımına başlamış.

Edward James
Las Pozas, Xilitla
Temiz kalpli gezginlere huzur sağlayan eller

Zamanında Dali'nin de ustalığını yapan James, herkesten uzakta harika bir kale kurmuş. Bu kale içerisinde hiç bir yere bağlanmayan merdivenler ve 36 farklı çeşit sürrealistik heykel de bulunmakta imiş. Yazının çıkış noktasını anlamanız için de aşağıdaki fotoğraf yeterli. Bu klip sayesinde tanıdım Las Pozas'ı. Bu kadar saklı kalmasınınsa haksızlık olduğunu düşünüyorum. Ama sonuç aynen James'in istediği gibi olmuş, cennet bahçesi Eden'dan aldığı ilhamla ortaya çıkardığı bu yer, ancak onun kıymetini bilenler tarafından bulunmuş.

Not: Buraya kesinlikle gideceğim, yanımda da "O" nu götüreceğim!

Nicole Scherzinger "Try with me" klibinden bir sahne





24 Nisan 2012 Salı

Radyo Odtü Sokağı Gururla Sunar!

Dünya'da bir ilk "Radyo Odtü Sokağı"

İşte bu çok güzel, haftalardır reklamının radyolarda dönmesinden sonra, sonunda açılışı yapılacak Radyo Odtü Sokağı'nın. İnsanlar bunu duyunca önce "Aman bu sokak da Melahat Sokağı, şu bulvar da Cevdet Bulvarı olsun!" der gibi damdan düşme bir fikir olduğunu düşünmüşlerdi. Hatta Radyo Odtü'nün, ego patlaması yaşaması sonucu herhangi bir sokağa (ve hatta belki de hayali bir sokağa) isimlerini verdikleri düşüncesi, her yerde, ağızdan ağıza dolaşıyordu. Oysa ki yöneltilen bazı sorulardan olsa gerek, her sokak reklamı anonsunda bunun belediyeden onaylı gerçek bir sokak olduğunun altı çiziliyor. Hem de Dünya'da ilk kez bir radyo istasyonunun ismi bir sokağa veriliyor.

Sokak isimsizken geçtiğimiz yeni yılda parti verilmişti. Katılım da gayet büyük olmuş duyduğumuza göre, ortamı güzel, sıcak. Biraz daha mekan açılırsa bozulur mu daha mı iyi olur bilmem ama Radyo Odtü akıllılık etmiş bir ilke imza atmıştır, Ankara'ya da izini bırakmıştır. Buradan kendilerini tebrik ederiz, hak etmişlerdi.

Her şey iyi, güzel zira Ümitköy- Park Caddesi etrafında takılan arkadaşlarımız bilirler ki, artık Park Caddesi'nin birkaç Çin restoranı dışında bir numarası kalmadı. Ve oranın müşterisi de olduğu gibi paralel bulvara kaydı. Bulvar diyorum çünkü yol bitmek bilmiyor. Karşısında ise yeni açılmış bir sürü mekan var. Bunlardan Odtü Sokağı'nın bulunduğu kısım biraz daha ileride. Orada da başlıca Crossroads, Random Pub ve Winehouse gibi kaliteli mekanlar var. Ben Crossroads dışındakilere gittim, yani açılışa gidersem ilk defa Crossroads'ta bir grup izlemiş olacağım. Tabi o grubun da daha 3 hafta önce izlediğim Athena olması, sevmesem gitmezdim dedirtiyor. Neyse ben de geçen haftanın acısını çıkartırım, hem belki de doğumgünümü bir gün sonrasında kutlarım!

20 Nisan 2012 Cuma

Reyondaki "Yıldızlı" Markalar


Son zamanlarda televizyonlarda dönen reklamlarda belirgin bir şey fark ettiniz mi? Şahsen benim gözlerim şenlik ediyor. Her şeyden öte bu furya yeni çıktı ortaya. İnsan ister istemez sorguluyor, yeni dönem pazarlama, uluslararası yıldızları reklamlarda oynatmaktan mı geçiyor diye? Ne oldu bizim oyuncularımız ve şarkıcılarımızla yapılanlar tutmadı mı? Ya da sadece turizme katkı olsun, Türkiye'yi Amerika'ya tanıtalım diye mi tüm bu çabalar?

Pamela Anderson ile PATOS

Ben tanıtıma asla karşı değilim. Ne güzel geliyorlar, İstanbul'u köy sanmıştık, çok güzel şehirmiş diyorlar. İki Beyaz Show'a katılıp, hoş sohbet edip tanıtıma orada da devam ettikten sonra mutlu bir şekilde ülkelerine dönüyorlar. Satış ve reytinglerin arttığı kesin. Bence uluslararası yıldızları reklam filmlerinde oynatmak zekice; fakat tüm benzeri markaların aynı taktiği uygulaması fikri orjinallikten çıkarıyor.

Adriana Lima ile MAVİ JEANS

Olsun biz işin tüketici kısmında bulunduğumuz sürece, böyle şeyler için kafa patlatmamıza gerek yok. Ama şunu da bildirelim ki biraz daha yaratıcılık göz çıkarmaz. Bırakalım Turizm Bakanlığı, Milli Kütüphane yanındaki bir bina olmaktan çıksın ve kendi işini yapsın.

Megan Fox ile DORİTOS
Diğerlerini bilemem ama favorim her zaman için Adriana Lima :)

19 Nisan 2012 Perşembe

Google- Project Glass


From now on, i think no one can stop Google. I mean, you see everyday they come up with an awesome idea and make our lives much easier. Today's issue is so interesting that, i would like to write this post in english. Then maybe some of my foreign friends got interested in reading this too. When i first read an article about this, i couldn't stop myself but imagining, how the new technology will rule our lives in the future. Come on, it's like taking biggest steps now. After using computers, laptops and android phones, i guess this will be the next greatest thing, which will be a part of our daily lives. Because it includes everything!

Project Glass
See, how she's excited!


This new glass is the future's greatest invention i think. After you watch the video about it, i believe you'll feel the same way. It's called 'Project Glass', a pair of augmented reality eyeglasses that allows you to interact with what you're seeing, acts as a smartphone, camera, navigation system, day planner and your connection to the digital realm. (New York Times) So when you use this eye glass, you don't need any other technology.


There were some speculations about the glass earlier. But last week New York Times revealed that the first glass is going to come out at the end of this year. The price of the "Project Glass" is still undetermined, but it's been said to set back around $250 to $500. The experts says that the biggest problem of this project is fitting the biggest technology into a little glass. That's why they say at some point, they stuck. And they reminded that it will take some more time to come up to the level that video has by now.

But think about it, how would it feels like to get the daily info while you're walking down the street? Or when you walk into a mall and see the discounts immediately? That would be wonderful and become an easier way to deal with our lives. So we'll wait and see the new technology comes right in front of our eyes!

Markası İtalyan, Gucci'den araban


Tanrım, böyle bir güzellik nasıl yaratılmış?! Resimdeki her iki varlık için de söylenebilir sanırım. Özellikle kadınların gözdesi "minik" arabalardan Fiat 500, İtalya'nın birleşmesinin 150. yılı şerefine Gucci ile anlaşarak bu harika eseri ortaya çıkarmış. Sadece beyaz ve siyah renkleri bulunan bu araç, tamamıyla Fiat 500'ün özelliklerini taşırken; diğer yandan Gucci şıklığına erişmiş.

Beyaz seçenekli Fiat 500 by Gucci


Daha çok kadın kitlesine ulaşabilmek için daha hangi tasarımlar ortaya çıkacak bakalım? Bunun gibi araba ve moda markalarının ortak çalışmaları, satışları artırıyor orası kesin. Türkiye pazarında Fiat 500 ilk defa farklı bir pazarlama stratejisi geliştirerek, potansiyel müşterilerine, randevu sistemiyle yardımcı olacak bir müşteri temsilcisi ekibi kuracak. Böylece müşteriler, showroomlarda beklemek yerine, onların ayağına giden ve araç hakkında her türlü bilgilendirmeyi yapacak temsilcilerle karşılaşacak.

Aracın kabin içi ve emniyet kemerlerinde "Guccisima" denilen desen şeridi göze çarparken, jant kapaklarındaki "GG" logoları ve el yazısı şeklindeki "Gucci" yazısı da ayrı güzellikte. Türkiye pazarında Aralık ayından beri bulunan Fiat 500 by Gucci'nin fiyatları ise 18.466 Euro olarak belirlenmiş. Ben daha çok siyah olanını beğendim siz ne dersiniz?

İç tasarım şıklığı
El yazısıyla "Gucci"

18 Nisan 2012 Çarşamba

Mc Donalds v.s Mc Kebab

Bugün eski albümleri karıştırırken rastladığım bir fotoğraf sayesinde en sevilen markalardan Mc Donald's hakkında bir iki bir şey söylemek istedim. Kapitalizmin en güzel katkılarından biri olan Mc Donald's, hayatlarımıza girdi gireli, spekülasyonları da eksik olmadı. O spekülasyonlardan etkilenen biri olarak yıllardır elin parmaklarını geçmeyecek kadar Mc Donalds'a gitmiş olsam da, özellikle Türk pazarına girdiği ilk dönemlerde, vazgeçilmez fast food restoranım olduğu gerçeğini değiştirmez.




Aslında günümüzde bunun çok farklı nedenleri var. Özellikle de bu günlerde; çünkü Ankara'da burger yiyebileceğimiz mekanlar arttı. Ve de konseptli olmaları nedeniyle çoğu Mc Donald's müşterisini ellerinden kaptı. Bunlara en güzel örnek Burger story, Timboo Cafe ve de en favorilerimizden The Bigos.

Dediğim gibi Mc Donalds'ın başlattığı akım, taklitçileri olmasında ötürü, pazara ilk çıktığı günkü kadar sağlam değil. Tabii ki müşterilerinin bağlılığı ve daha önceki yazılarımda bahsettiğim, bilinç altı alışveriş konusundan dolayı, Mc Donald's hala en iyiler arasında. Ancak yaratılan spekülasyonlar nedeniyle (genelde hijyen) imajında sarsıntılar meydana geldi. Bunu fırsat bilen diğer restoranlar da hazır bulunanı, daha farklı sunmanın yollarını aradılar. Ancak Mc Donald's işin pazarlama ve reklam kısmını hala o kadar güzel yapıyor ki, tam bir daha gitmeyeceğim dediğiniz anda, kendinizi iki Big Mac söylerken buluyorsunuz. Bu durum hala o markaya olan bağlılığınızın en açık kanıtı...

Amerika'daki Mc Donald's çılgınlığı
Hem de öyle bir bağlılık ki Mc Donald's ı dünyanın her yerine ulaştıran adeta ilahi bir unsur. Evet ilahi çünkü bazı kişiler kullandıkları markaları öyle kolay kolay değiştirmezler. Bu bana da genelde olan bir şey, bir kere güvenmişim o markaya, bir kere bağlanmışım. Evet, yeni şeyler denemek güzel olabilir ama aranızdan kaç kişi başka burger markaları çıktığında kolay kolay o restoranda yemeğini yiyemedi? Sanki ihanet ediyoruz! Aslında öyle bir şey yok. Sadece hizmetini bozmayan, hatta ilerleten her daim teknolojiyi kullanan, güven veren markaları seçiyoruz.

Aslında bu güveni yaratmak kolay değil; yani şirketler de bunu oluşturabilmek için gece gündüz çalışıyor diyebilirim. Örneğin Mc Donalds için sizlere küçük bir deney yapacağım. Hem de şimdi! Şu an gözünüzü kapatın, bir an için elinizde Mc Donalds'tan aldığınız plastik kola bardağı olduğunu düşünün. Şimdi de diğer elinizde pipet. O pipeti, bardağa yerleştirdiğinizde çıkan sesi beyninizde canlandırabiliyor musunuz? Eminim çoğu kişi "Evet" cevabını verecektir. Bunun nedenini açıklayayım size. Adamlar sırf bu ses akıllarda kalsın, müşterilerin aklında Mc Donald's bardakları canlansın diye, laboratuvarlarda "o" sesi yakalamak için çalışanlarına para ödüyor. İşleri güçleri yok bununla uğraşıyorlar yani. Ama sakın hafife almayın; çünkü az önce o sesi beyninde yakalayan ben değildim!

İlginç pazarlama teknikleri


Gerilla pazarlamanın en güzel örneği
Mc Donald's markasını korumak ve geliştirmek adına çeşitli pazarlama taktikleri uygulamakta. Bunlardan belki de en yaratıcı yöntem: Gerilla Pazarlama. Ben bu yönteme bayılıyorum. Çünkü gerçekten işin amacı minimum maliyetli ve müşteri odaklı çalışmalar ortaya çıkarmak. Bunu yapmanın tek yoluysa yaratıcı bir ekibe sahip olmak. Resimlerde de görebileceğiniz gibi, Türkiye'de pek rastlayamadığımız görüntüler mevcut. Ama hepsi birbirinden ilginç ve akılda kalıcı çalışmalar. Düşünsenize bunlardan birini yolda geçerken görseniz ne yapardınız? Bence karnınız da biraz açsa doğru Mc Donalds'a!

Gelgelelim bizim Mc Kebab durumuna... Ben yukarıdaki fotoğrafı Bratislava'da çektim. Türkiye olsa da aslında çok farklı bir görüntü olmazdı diye düşünüyorum. Ama olay şurada, neden taklitçilik? Yani tamam resimdeki örnek belki çok uç; çünkü adam direk logoyu kopyalamış ama ne fark eder? Ha logoyu kopyalamışsın, ha içeride aynı hamburger menüsü gibi döner menüsü satmışsın?

Bence sorun; döner bizim, ayran bizim diye ortalarda dolaşıp, kimsenin bizim öz değerlerimize sahip çıkmaması için direnirken; diğer yandan o özlüğü bir uluslararası markaya çevirememek. En basitinden Türkiye'deki Mc Donald's ı ele alalım. Neden bu kadar popüler? Neden vazgeçilmez? Hizmeti mi çok iyi?( Herkes kendi alıyor tepsisini, geç geliyor yemekler "Fast food" kavramına inatla.) Ya da koltukları mı masaj yapıyor, sen yemek yerken aldığın kalorileri bir yandan verdiriyor? Hayır, hiç biri değil. Farklılığı yaratan ilk olması ve bugün hala ilkler arasında olması. Başlangıç noktası ve sonu çok önemli. Yıllardır istikrarlı satış yapıyor ve gittiğimiz her yerde karşımıza "makul" fiyatlarıyla ortaya çıkıyor. Aranızdan kaç kişi yurt dışına çıktığında gittiği ülkenin yemeğini beğenmeyeceği ihtimali yüzünden ya da fiyatları pahalıdır diye yönünü Mc Donalds' a çevirdi? Ben söyleyeyim, ben her seferinde bunu yapıyorum. Ve her seferinde yapmayacağım diyerek yapıyorum.



İşte sağlam marka böyle olmalı. Yapmayacağım, etmeyeceğim diyenleri bile dize getirmeli. Gerekirse kendi ülkesinde kendi yemeğinden daha çok kendi markasından yedirmeli. Tabii bu koşullarda bir Mc Kebab fiyaskosunun yerini, yeni bir uluslararası Türk markası almadan, pazarda şansımız olmayacak demektir. Sonradan ağlamayın!




17 Nisan 2012 Salı

"Victoria'nın Sırrı" nı ben çözdüm!

Geçen haftalarda İstanbul'a bir hafta sonu kaçamağı yaptık. Arkadaşımın da İTÜ'de sınavı olduğundan boş vaktimizi dolduralım diye en yakındaki ilgi çekici yere gidelim dedik. O yer: İstinye Park. İlk defa gittim İstinye Park'a, açılalı beş yıl olmuş halbuki. Ama şimdiye kadar gördüğüm en güzel Alışveriş-Yaşam merkezi. (içinde Hillside da var). Ankara'da yaşamama ve Ankara'nın bir AVM kenti olma özelliğine dayanarak söylüyorum ki, Ankara bu kadar markayı daha birkaç yıl toplayamaz bünyesinde. Zaten bir de o markalardan alışveriş yapabilecek gelirde insanların bulunması gerekir ki, İstanbul bu anlamda daha zengin-fakir uçurumlu bir yer.

Neyse konuma dönecek olursam, mağazaları dolaşırken nedense! gözüm Ankara'da görebileceğim tüm markaları es geçiyordu. Sanki oraya yabancı bir markadan alışveriş yapmayı kafama koymuş gibi "O" mağazayı arıyordum. Bilin bakalım üst kata çıktığımda beni hangi mağaza karşıladı? Her yeni yılımızı melekleriyle süsleyen Victoria's Secret! Tam da karşımdaydı. Ben de durur muyum mağazamı bulmuşum, kendimi yüzümdeki aptal sırıtışla birlikte bir anda içeride buldum.

İçerisi bolca renkli ama yine de pembe hakimiyetli, albenisi olan her tarz ürünü barındıyordu. Tabii Victoria's secret diyince akla ilk olarak iç çamaşırı geliyor. Ama orada kozmetik ve aksesuar bölümü de gayet büyüktü. Her şey pembe, her şey çok güzeldi benim için. Fiyatlarına gelince yani normalin üstüydü tabii ki. Gelip de sürekli alışveriş yapabileceğim yerlerden değil. Mesela M.A.C gibi çıkardıkları her seriyle kendimden geçerim ama aldığımı da uzun uzun kullanırım. Bu durumun böyle olmasının en büyük sebebini söyleyeyim size: Kesinlikle MARKA. Aslında biz ruj almıyoruz, iç çamaşırı ya da benim aldığım gibi bir bilezik satın almıyoruz. Biz M.A.C alıyoruz, anlattığım durumda belki de "melek" satın alıyoruz kim bilir! Şimdi fark ettim de bu yazıda kendi psikolojimi de derinlemesine inceleyeceğim sanırım. Ben bu durumu açıklamadan önce biraz Victoria's Secret'tan bahsedeceğim, madem yeri gelmiş anlatalım.


Bu hikaye Roy Raymond adlı bir adamın eşine sürpriz yapmak amacıyla bir iç çamaşırı dükkanına girmesi ve belki de orada kendini rahat hissedememesi ile başladı. Sonrasında kendisi gibi bir sürü erkeğin olabileceğini fark etti ve kendi iç çamaşırı markasını yaratmak istediğine karar verdi. Her şey kendi istediği tarzda olacaktı; iç çamaşırına bir anlam yükleyecekti. Hem kadınlara hem de erkeklere cesurca kendini ifade edebilen bir marka olmalıydı. İdol olaraksa, kadınların hep özeneceği birini seçmeliydi. Bu kişi Kraliçe Victoria'ydı. Takvimler 1977'yi gösterdiğinde Victoria's Secret ilk mağazasını açtı. Sonra da gerisi hızlıca geldi, günümüzde top modellerin meleklerden biri olmak için kıyasıya yarıştığı, şovun asla bitmediği vazgeçilmez bir marka. Tabii o günlerde bilinmeyen sebeplerden dolayı Roy Raymond, Victoria's Secret markasını Leslie Wexner'a sattı ve sonrasında kurduğu çocuk markası battığında beklenmedik bir şekilde kendini Golden Gate köprüsünden aşağı atarak yaşamına son verdi.




Raymond Victoria's Secret mağazalarını tasarlarken, Kraliçe Victoria'nın yatak odasından ilham aldı. Her şey kusursuz olmalı, kadın ruhuna hitap etmeliydi. Ve istediği gibi de oldu, şu an mağazalar başta Amerika olmak üzere dünyanın gözde ülkelerine yayıldı. Türkiye de bu ayaklardan biri. Öyle ki Victoria's Secret sadece mağaza  anlamında pazarlamasını gerçekleştirmiyor. Avon katalogları gibi, her ay Victoria's Secret da müşterilerinin evlerine konuk oluyor. Ve yapılan araştırmalarda kadınların bu katalogları atmaya kıyamadıkları ve hatta koleksiyon yaptıkları ortaya çıkmış. Sanırım bu noktada bu araştırmaya katılabilirim; çünkü ben de alışveriş torbasını dahi atamadım.


Meleklerine gelince, kesinlikle sıkı bir hiyerarşi sistemi var. Marka sağlam ona şüphe yok; sattığı ürünlerden o ürünleri pazarlayan top modellerine, şovuna kadar her şeyi ince hesaplanmış durumda. Örneğin modeller ne olursa olsun kurallara uymak zorunda, imajlarını zedelemek, yapacakları en yanlış hareket. Bu nedenle her yıl binlerce televizyon ve reklam kampanyası tekliflerini geri çevirmek durumundalar.


Ayrıca "melek" statüsüne ulaşmak konusunda kıyasıya bir mücadele olduğundan bahsettim. Öyle ki her yıl, Victoria Secret'ın meleklerinden olmak isteyen binlerce genç kız, onlarca elemeden ve kamplardan sonra takıma katılabiliyor. Takıma katılmak da yeterli değil, amaç "melek" olmak. Bunun içinse daha fazla sorumluluk gerekli. Çünkü bir kere melek olduysanız, mesleği bıraktığınız ana kadar bunu devam ettirmeniz gerekir. Örneğin adınızın hiç bir skandala karışmaması gerekir, formunuzu aynı tutmanız, topluma yararlı işler yapmanız v.s. 


Tabii marka da gençleşmeye çalışıyor, bu anlamda her yıl podyumlarda yeni yüzler görmek mümkün. Ancak kanat olayına gelince, işte onlar kıdem sırasına göre belirleniyor. Hatta buna göre kanat büyüklükleri bile değişiyor. Kısacası her genç kızın ve erkeğin rüyası olmak öyle kolay bir iş değil. Hatta Amerikalı çoğu genç kız, sırf bu mankenlerin yarattığı etkiden dolayı ömürlerinde bir kere bile olsun o çamaşırlardan giymek istiyor. Yani kendilerini o melekler gibi hissetmek istiyor. Bu adeta bir fenomen olmuş. Markanın yarattığı etki sosyal medyayı aylar öncesinden hazırlıyor, taa ki yılbaşı gecesi şovuna kadar. O gece her şey kusursuz oluyor. Çünkü o bir şov, öylesine bir defile değil. Bir iki saatlik yaşanılan bir zevk. Ve herkes buna saygı duyuyor.

Sonuç olarak bence böyle markaların artık sadece ihtiyaca yönelik ortaya çıkmadığını biliyoruz. Onlar bize bir hayat stili sunuyorlar, biz de kabul ediyoruz. İşte hepsi bu. İleride olur da yolunuz İstinye Park'a düşerse siz de bir uğrayın, marka nasıl yaratılırmış görün derim!

Kaynak: Markethink ya da Farkethink- Uğur BATI

16 Nisan 2012 Pazartesi

Lider-SEN Gel!


Evet, güzel bir forum da geride kaldı. Bu iki günde eminim herkes çok fazla şey öğrendi. Ben hem bu organizasyonu yapan başta Ali Antekin olmak üzere Bilkent Üniversitesi Brand Club üyelerini, hem de en güzel konuşmalardan birini yapan American Advisors idari dekanı Daniel Chatham'ı buradan tebrik etmek istiyorum. Bu yazımda iki tam gün süren etkinlikten biraz bahsedeceğim.

Liderlik forumu Ankara Jw Marriot'ta gayet güzel bir konferans salonunda, büyük katılımıyla başladı. Oturumlar arası kahve sohbetlerinde, katılımcılar konuşmacılarla ve diğer herkesle tanışma olanağı buldu. Tabii bir de güzel  canlı keman müziği eşliğinde. Aslında bu benim katıldığım ilk Brand Club etkinliği değildi. Bu yüzden stajını yaptığım American Advisors şirketi idari dekanı Chatham ve kulüp üyeleriyle yaptığımız ilk toplantıdan, böyle güzel bir etkinliğin çıkacağını biliyordum.

Aslında genel olarak birkaç konuşmacının şirketini ve ne yaptıklarını uzun uzun anlatıp, salon içindeki herkesi şekilden sekle sokması dışında organizasyon gayet güzeldi. İnce düşünüldüğü ilk gün sonundaki gala gecesinden belliydi. Ankara Winehouse'da vals eğitmeni eşliğinde öğrendiğimiz hareketleri gece boyu yine canlı müzikle tekrarladık. Tabii sonrasında yemekler, şaraplar ve güzel bir kutlama... Günün tüm yorgunluğu güzel bir geceyle sonlanmıştı.


Etkinliğin güzel yönlerinden biri de salon içindeki herkesin düşüncelerini twitterda, saniyesi saniyesine paylaşmasıydı. Sanırım sosyal medyanın rolünü artık hayatımızın her yerinde hissedebiliyoruz. Daha önceleri sadece bireyselde ya da şirketlerin reklam amaçlı kullandığını düşündüğüm şeyin, aslında insanların kendini her alanda dış dünyaya duyurması olduğunu bu forumda çok net anladım. Ve bence bu çok güzel bir şey; çünkü orada olmayan çoğu kişi bu yorum ve paylaşılan fotoğraflar sayesinde etkinliği takip edebildi.

Ben forumla ilgili bireysel düşüncelerimi biraz daha detaylı paylaşacağım. Örneğin "Türkiye'yi uyandıran adam" lakaplı Özgür Aksuna gibi bir radyocuyu davet etmek ve davet etmenin ötesinde konuşmacı olarak ilk sıraya koymak, çok zeki bir hareketti. Bunu akıl eden kimse buradan tebrik etmek istiyorum. Oraya gelen çoğu kişi olacaklardan habersiz, yeni uyanmış bir şekilde salonda bulunmuşken, bu enerjik insan gelip herkesi "uyandırmayı" başardı. Bizler için de eğlenceli bir forum başlangıcı yapılmış oldu.

Sonrasında çıkan konuşmacılar arasında Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer de vardı. Kendisiyle beraber kalabalık bir medya ordusunu da getirdi. Konuşmasının çoğu kısmında liderlikten bir iz bulamasam da, son dönemde gündemdeki eğitim sistemiyle ilgili birkaç yeni fikri kendisinden birebir dinlemek ilginç oldu.

Diğer konuşmacılar içinde de en çok ilgiyi çeken sunum bana göre Groupama Ceo'su Yılmaz Yıldız'ınki idi. Sıkıcılıktan uzak, konuyla direk bağlantılı dünya üzerinde liderlikleriyle ünlü her alandan kişilerin bulunduğu sunumunu dinleyicilerle interaktif bir şekilde paylaşmayı seçti. Bu da başta benim olmak üzere eminim çoğu kişinin hoşuna gitmiştir. Kendisiyle öğle yemeğinde de konuşma fırsatım oldu. Masamızda bir CEO oturmasına rağmen, herkesin kariyer planları hakkında sorular sorması, forum hakkındaki düşünceleri alması da ayrıca gözümde artı puandır. Keşke bütün CEO'lar böyle alçak gönüllü olsa diye düşünmeme yol açtı. Ayrıca konuşmasında kadın nüfusunun bu tarz liderlik konferanslarında son 5 yılda arttığını ifade etmesiyle de, güzel bir noktaya parmak bastı.

Günü tamamlarken modacı Hakan Akkaya hakkında bir şeyler söylememek de olmaz. Evet ilk günün son konuşmacısı Hakan Akkaya'ydı. Salona bir kız grubu eşliğinde girdi. Herkes heyecanlı, erkekler hafif sinir (kızların ilgisi yüzünden), nasıl bir konuşma yapacağını merak ediyordu. İşin ilginç yanı bir liderlik forumunda bir modacının olması kafaları karıştırsa da, ilgi büyüktü. İlginç olacaktır ama soru-cevap kısmına geçildiğinde, kızların yanı sıra erkeklerin soru sorması beni şaşırttı. Yani meğerse erkekler de modanın içinde olmak; kendilerini iş alanında bir adım öne geçirecek tüyolar almaya ne heveslilermiş. Güzel bir sohbet sonrasında uçağına yetişmek üzere "hızlıca" aramızdan ayrıldı Akkaya ve de fotoğraf çekilmek isteyen bir kız ordusunu arkasında bıraktı.



Bir de tabii ki American Advisors'tan söz edeceğim. Dan'in konuşmasını pazar günü öğleden sonraya koymuşlardı. Bu nedenle sunuma ayrıca hazırlandığını belirtmeme gerek yok galiba. Dan, sosyal medyayı konuşması içinde kullanan forumdaki tek konuşmacıydı. Sunumunun belirli kısımlarında paylaştığımız tweetlerle konu içinde, insanların taze düşüncelerini öğrenmek istedi. Aslına bakarsanız değişik bir pazarlama yöntemi. Dakikalar içinde konu akarken, tweetlerle yapılan interaktif bir çalışma. Ancak böyle bir yönteme daha hazır olduğumuzu düşünmüyorum. Her anlamda elverişli bir ortamın olması gerekli. Gerçi böyle bir forumda ilk defa uygulama yapmak da kolay değil; ancak gelecek etkinlikler için kullanılabilirliği yüksek bir yöntem bence. 


Dan, orada ingilizce sunum yapan tek konuşmacıydı ve bunun için konuşmasına başlarken türkçe bir iki şey söyledikten sonra sunuma ingilizce devam etti. Oradan bulunan çoğu kişinin ingilizce bildiğini varsayarsak (çünkü yaptığı espriler tepki buldu), foruma farklı bir tat kattığını söylesek yanlış olmaz.


Brand Club'ı, belki birkaç konuşmacısının konudan sapmış uzun konuşmaları dışında böylesine ince düşünülmüş bir organizasyonu yaptığı ve dinleyicilerinin oradan mutlu ayrılmasını sağladığı için kutlamak gerekiyor. Çünkü salonda sadece Ankara'dan gelen katılımcılar yoktu ki bu büyük bir başarıdır. İkincisi sadece bir öğrenci kulübü olmalarına rağmen Ankara'nın gözde otellerinden birinde öğrenci kulüpleri içinde ilk defa böylesine büyük bir organizasyonu planlamak, organize etmek ve başarıyla tamamlamak her grubun yapabileceği bir şey değildir. Bu bir takım çalışması o kesin. Ancak organizasyonun böyle başarılı olmasının altında yatan neden takım çalışmasının olması. Herkes birbirinin gözünün içine bakıyor.


Forumla ilgili tek negatif görüşüm, bazı konuşmacıların gerçekten konudan alakasız şirketlerini tanıtmasıydı. İnsanlar "şimdi bunun liderlikle ne alakası var?" tarzında tweetler atmaya başladılar ve de haklıydılar. Ama ben biliyorum Ali ve ekibi bunu dikkatten kaçırmaz. Bir sonraki etkinliklerinde, forumun sonunda dağıttıkları anketleri ve yorumlarımı göz önünde bulundurur daha iyisini yapmakta zorlanmazlar. Hep birlikte güzel ve yorucu bir haftasonu geçirdik. Şimdi dinlenme ve sonrasında Brand Challenge için çalışma zamanı... Her şey için Teşekkürler!www.americanadvisors.co

12 Nisan 2012 Perşembe

B-random decisions

Bugün bloguma da isim kaynağı olan B-random decision kavramından bahsedeceğim. Aslında bu kelime aklıma şu şekilde geldi: Yazmak istediğim konuların markayla ilgili olduğunu biliyordum ama aynı zamanda insanları gerçekten satın almaya yöneltenin ne olduğunu anlatmak istiyordum. Bu nedenle bugüne kadar okuduklarımın bir karışımı olarak esasında, temelinde markanın yattığı ve sonuç olarak da insanların rastgele seçimler yaptığı durumlardan bahsedeceğim.

Evet rastgele seçiyoruz çoğu zaman. Bunu en iyi anlatacak çalışmalar da aslında marketlerde yapılan Alışverişçi Araştırmaları. Bu araştırmaların en bilineni de raf testi. Buradan sizinle birkaç sonucu paylaşmak istiyorum. Örneğin satın alma kararının %74'ü mağaza içerisinde verilmektedir. Tercihlerin de %60'ında ürün ambalajları etkilidir. Bazı ürün lansmanlarındaki başarısızlık oranının %50'si market teşhirinden kaynaklanmaktadır. (www.arastirmadayenilikler.com)

Şimdi de bu oranların analizini yapalım. Kaç kişi daha alışveriş yapmadan ve aslında ihtiyacı olmadan direk büyük alışveriş arabalarından alıyor? Ya da kaç kişi elini ilk attığı şeyi (genelde güvenilen marka) sepete atıp, çoğu zaman fiyatına bile bakmıyor? Ya da aldıklarının fazlalığını ancak kasada ödeme yaparken fark ediyor? Çoğu zaman görürüz kasa kenarında mutlaka bırakılmış birkaç parça mal vardır. Onları bırakanlar da artık son dakika nereden kurtarırsam mı diye düşünüyor, nedir?

Evet bunların çoğunu hepimiz her gün yaşıyoruz. Ve aslında çok da umursamıyoruz. Umursamamak aslında iyi bir şey olabilir; fakat sizlere bunu yaptıran birileri var dersem? Yani bir şekilde algımızda oynamalar meydana geliyor ve bilinç dışı hareket ediyoruz. Bunun için en güzel örnekler de işte o büyük süper marketlerde...

Duyduğum en ilginç örneği yazmak istiyorum burada. Gerçekten bunu düşünen beyinler var ve daha buna Türkiye'de rastlamadım, belki de rastlamış ve fark etmemişimdir, ama takdir sizin ben anlatayım. Duyduğuma göre Amerika'da bir süpermarket zinciri, genelde her süpermarkette bulunan ekmek fırınlarının maliyetini kısmanın ve hatta ortadan kaldırmanın yolunu bulmuş. Hepimiz yaşamışızdır, markete gireriz içeride mis gibi bir taze çıkmış ekmek kokusu vardır. Aç olmayan adamı bile cezbeder, kendinden geçirir. Hemen oraya yönleniriz ve hatta kasaya gelmeden ucundan azıcık kemiririz. İşte bu tilki arkadaşlarımız, yapılan birkaç araştırma sonrası ve belki de sadece gözlem, insanların bu zaafından yararlanıp, fırından taze çıkmış ekmek kokusu şeklindeki oda spreylerinden kutu kutu almışlar ve bunu mağazanın her yerine belirli aralıklarla sıkmışlar. Bakmışlar ki aynı etkiyi yaratıyor, ne yapalım bari fırını kaldıralım herkes mutlu olsun demişler! İşin en ilginç kısmı insanlar bunu hiç fark etmemiş; çünkü duyularına seslenen bir güzellik var ortada, gerisi teferruat.


Tabii böyle bir şey ortaya çıkar da başka sektörler uyur mu? Bahçe malzemeleri satan bir mağaza da aynı taktiği uygulamaya başlamış; tabii onunki başka bir koku. Bu sefer de kendimizi rahat, mutlu kendi bahçemizde huzurlu dakikalar geçirir gibi hissetmeliyiz öyle değil mi? Buna en güzel çözüm de çim kokusundan başka ne olabilir ki? Hem çim kokusu bir güven vermez mi ki bize? Hele bir de yağmurdan sonra koklasak o havayı?



İşte böyle sayın seyirciler tahmin edin, satışları ne yönde gitmiştir bu iki mağazanın. Hem satışlar artmış, hem de maliyetler azalmıştır. Ekonomist arkadaşlar için marjinal fayda tavan! Sonuç olarak duyularımıza seslenen her türlü etkiye tepkimizi veriyoruz. Aslında biz çok güzel cezbediliyoruz. Biliyorum bazı kişiler için bu bir sorun değil. Sonuçta tüketici mutlu ayrılıyor o mağazadan; ama şöyle de bir durum var ki bunlar sadece küçük taktikler. Ve bence orjinaller, çoğu kişinin akıl edeceği şeyler değil ama süpermarketler konusunda daha değişik teoriler de var. Öğrendikçe ya da aklıma geldikçe onları da anlatırım, şimdilik Arrivederci bilinçli dostlarım! 

11 Nisan 2012 Çarşamba

Nöro mu, sen bilim adamı mısın?

Evet ya aldığım nadir tepkilerden biri de buydu. Şimdi bakıyorum da hakikaten haksız da sayılmaz; koskoca ekonomi bitirmiş kızın nöroyla ne alakası olabilir ki? Şöyle alakası var her alanda olduğu gibi nöropazarlama da kendi içinde koskoca bir deniz. Ben bu koca denizin içinde deneyleri yapan bilim adamlarından olmayabilirim, evet. Zaten o yetiye sahip olsam lisede TM seçmezdim. Neyse konumuz asıl olarak nöropazarlamanın içinde kendime ne seçtiğim. Şimdilik benim planımdan bahsetmeden önce, esas olarak şu nöropazarlama neymiş ondan bahsedeyim en iyisi.

Nöropazarlama temele olarak pazardaki değişikliklere göre insan davranışlarının fizyolojik bir ölçümü ve analizidir, diyebiliriz. Bana göre pazarlamanın içine psikolojinin katılmış halidir. Bunun yanı sıra yıllardır derslerde öğrendiğimiz rasyonel davranışların aslında bilinçaltının etkisinde olduğunu bu nedenle tüketici davranışlarının nedenlerinin farklı tarz ölçümlerle saptanabileceğini ortaya çıkarmıştır. Benim en çok ilgimi çeken kısmı da belki bu. Yani aslında yıllardır insanlar bir şekilde, reklam adı altında olsun ya da çeşitli pazarlama teknikleriyle bu konuda eğitimli kişiler tarafından çok güzel yönlendiriliyorlar. Tabii bu işin karanlık yüzü, gelin size önce bu güzel alanın nasıl işlediğini anlatayım.

fMRi Cihazı
Nöropazarlama teknikleri arasında en verimli sonuçları veren aslında fMRi denilen cihazdır. Diğer göz tarama aletleri (Eye tracking) ve MEG ile yapılan deneyler de oldukça olumlu ve ilginç sonuçlar vermiştir. Şirketler günümüzde daha çok fMRi dışındaki tekniklerden yararlanarak (çünkü çok pahalı) pazarlama teknikleri değiştirip, geliştiriyorlar. Nöropazarlama dünyada yaklaşık 20 yıldır bilinirken, ülkemizde nedense hâlâ anlaşılmış değildir. Ayrıca bu alana ön yargılı yaklaşan insanlar da mevcuttur; fakat yapılan her bir deneyde, uzun süredir bilinen gerçeklerin farklılığı ortaya çıktıkça aslında bu konuda bilgilenmenin gerekliliği de ortaya çıkmaktadır.

Tobii Eye Tracker
Buradaki yazılarımda son dönemde dünya çapında yapılan deney ve sonuçlardan bahsedeceğim. Sonrasında tabi bir de etik mi değil mi tartışması var. Ancak bir şeyden eminim ki, burada okuduklarınızdan sonra bir mağazaya ya da süpermarkete girdiğinizde artık orası eskiden girdiğiniz gibi bir yer olmayacak sizler için. Bunu biliyorum çünkü aynısı başıma geldi, konuyla uzun süredir haşır neşir olduğum için öğrendiğim her gerçekle "Vay be bunu da mı yapmışlar!" ya da "Yuh! ben yıllardır oradan yemek yiyorum hiç böyle düşünmemiştim." diyebilirsiniz.

Korkmayın! Evet beynimize uzun süredir birtakım oyunlar oynanıyor ama bununla başa çıkabilirsiniz. Uzun süredir el altından giden ve tek taraflı bilinen gerçekleri anlatıyorum burada. Aslında öğrenmeye hakkımızın olduğu şeyleri... Tüketiciysek saf da değiliz diyeceksiniz; evet belki öyle ama onlar çok daha cin fikirliler! Haydi öyleyse eldeki verilerimizi alalım, siz arkanıza yaslanın ben bir çay suyu koyup geleyim, başlayalım!

Harekete geç asker!

Eğer siz de benim gibi üniversitelerdeki teorik bilgilerin çoğunun gelecekte ne işinize yarayacağını düşünüyorsanız, anlatacaklarım yolunuzu bulmada işinize yarayabilir. Geçen yıl girdiğim özel bir şirketin mülakatında yaşadıklarımdan bahsedeceğim. Aslında o mülakata girmeden gerçekten ne ile karşılacağımı bilmiyordum. Bu da aslında sadece üniversiteye girip, sınavları vermek fakat belli bir hedefinizin olmamasıyla alakalı bir şey. Oraya tamamen hazırlıksız gitmiştim. Daha öncesine baktığımızda iş deneyimi olaraksa biri özel diğeri devlet olmak üzere iki yerde staj yapmıştım, ama dediğim gibi bana çok fazla bir şey kattığını söylemeyeceğim. Çünkü o dönemde ne yapmak istediğimi gerçekten bilmiyordum. Neyse ben yine de istediğim alan yani pazarlamada kendimi geliştirmek istiyordum ve karşıma çıkan bu fırsatı değerlendirmek için ne gerekiyorsa yapacaktım.


Mülakatın yapılacağı otele gittiğimde, bunun bir grup mülakatı olduğunu anlamam geç olmadı. Ve rakiplerim gerçekten dişliydi, bunu anlamam da geç olmadı. Neden dişli diyorum; çünkü bu kişiler gelecekte ne istediklerini bulmayı geçtim iki yıldır bu konuda sağda solda çalışıp, deneyimlenmişlerdi. Soru soruldukça cevap veriyorlar, konuştukça konuşuyorlar bense olayı takip etmeye çalışıyordum. Sonunda sorular bana yöneltilmeye başladığında, aslında pazarlamanın P'sini bilmediğimin farkına vardım, aslında topluca vardık. Karşımdakiler öyle şeyler anlatıyorlardı ki, yarı zamanlı çalıştıkları şirketlerin tanıtımları için yaptıkları gerilla taktikli satış uygulamalarından, kampüs elçilikleri serüvenlerine kadar her şeyi dinledim. Ve işin en garip tarafı başvurdukları bu iş de onların bu alandaki ilk deneyimleri değildi. Sadece hepsi ilk deneyimlerini çok fazla sevdiklerinden rakip firmada tekrar bu işi yapmak istiyorlardı. (çünkü her kişi yalnızca bir kere aynı görevde bulunabiliyordu) Yani tadı damaklarında kalmış kısacası. Özgüvenleri de bu nedenle tavan olduğundan, ben bile etkilendim ki mülakata alanlar ne düşündü tahmin edemem.

Çıktığımızda hepsi diğer şirketin daha iyi olduğunu savundular bir süre, hep beraber mülakat üstüne sohbet ettik. Öyle ki bu şirketi beğenmediler bile, amatör buldular. İnanabiliyor musunuz? Hala üniversite öğrencisi olmalarına rağmen böyle bir mod! Ama ben bundan rahatsız olmadım aksine, öyle olmanın yollarını aramaya başladım, daha o saniyeden. O mülakata kendine güvensiz biri olarak girmedim; ama çıktığımda bir şeyleri mutlaka değiştirmem gerektiğinin farkına vardım. İşte o an da benim harekete geçme noktam oldu.

Tabii bahsettiğim bu olay 2011'in güz dönemine denk geliyor; yani aslında çok da uzak değil ama arada neler değiştiğini anlattığımda eminim, benim gibi kendinize bir hareket noktası seçeceksiniz. Bu arada nadir olarak kendi tarafımdan ama etrafımdaki kişilerce neredeyse sürekli övülen bir yanım var. Ben fazla araştırmacı bir kişiliğe sahibim. Yani hatta bu konuda bazı dönemlerde kafayı çizmişliğim de vardır. Ama bu özelliğim sayesinde kaç kişiyle tanıştım, sohbet ettim ve geleceğe yönelik planlarımı yaptım biliyor musunuz? Bu sadece üniversite dönemi de değil üstelik. Bazen hayatta şansın kapınızı çalmasını beklememeniz gerekir, zirâ çok fazla zaman alabiliyor.

Mülakat sonrasında oturup, ciddi ciddi ne yapmam gerektiğini düşündüm. Koskoca boş bir dönemim vardı önümde; çünkü bahar dönemi alacaktım derslerimi. Ben de işin temeline indim, nedir? BEN PAZARLAMA BİLMİYORUM! Pazarlamaya dair teorik hiçbir ders almadım ve son gerçeğim de ben bunu hayatımın geri kalanında yapmak istiyorum. O zaman bunu öğrenmeye bir yerden başlamalıydım. Artık okuldaki son dönemde bunu başaramayacağıma göre bana en yakın seçenek Ankara'da bir pazarlama stajı bulup çalışmaktı. Öyleyse araştırmalara başladım yine.



Ve yine o kitabı bulduğum gibi internette (üstelik çok ünlü bir iş arama sitesi olmamasına rağmen), Ankara'da yeni kurulan bir şirkette tam da o dönemde uzun dönemli pazarlama stajı pozisyonu açıldığını öğrendim. Mail atmak yerine direk aradım, genelde bunu yaparım tavsiye ederim ve şirketin ortaklarından birkaç gün içinde cevap alacağımı öğrendim, bir de Cv'mi istiyorlardı.

Daha detaylı anlatacağım mülakat sonrasında American Advisors adlı şirketle serüvenim işte böyle başladı. Oradan neler öğrendiğimi ve aslında hala öğreniyorum ilerideki yazılarımda anlatacağım; ama asıl önemli olan önceki şirketle yaptığım o başarısız mülakattan sonra bu adımı atabilmiş olmamdır. Bence herkesin böyle bir tetikleyici noktaya ihtiyacı var; ancak buradaki en önemli soru hayatınızın geri kalanında NE YAPMAK İSTİYORSUNUZ?

10 Nisan 2012 Salı

Ben kim miyim ?


Merhaba sevgili dünya ismim İlayda. Hacettepe Üniversitesi son sınıf iktisat öğrencisiyim. Çoğu kişinin yaptığı gibi evde oturup kaderimi beklemektense, sonuna kadar savaşmayı seven tiplerdenim. Buna kariyerimin başında ne yapacağını bilmeyen ama ne istediğini bilen biri olarak yazıyorum, ki bence bu konuda bir sıkıntı yoktur. Elimden geldiğince nöro-pazarlama alanındaki araştırma ve deneyimlerimi paylaşacağım ama öncelikle kaydı biraz geriye alalım!

İnsanın kendini bulması kadar güzel bir şey olamaz. Ne istediğini bilmesi ve daha da güzeli o isteği uğruna harekete geçmesi. Benim hikayem bu anlamda, benim gibi üniversite son sınıfa gelip, hayatının en kritik kararını vereceği bir dönemde ağzı açık ayran delisi gibi kalanlara bir rehber olabilir sanırım. Onca yıl derslere girip, not tutup; vizeydi, finaldi atlatan gençler, son sınıfa geldiklerinde yaptıkları bu rutin işleme fazladan bir de "İleride ne olacağım?" stresi bindiriyorlar.

 Duyduğuma göre biz Y kuşağıymışız, yani 80'ler sonu 90lar başında doğan genç nesil... Artık yavaş yavaş iş yaşantısına giren, zeki gençlik! Aslında böyle mi diyorlar emin değilim ama bildiğim tek bir şey varsa, her nesilde olduğu gibi, bizim de bizden önceki nesillere göre belirgin özelliklerimiz var. Ee bizim işverenlerimiz de bizden önceki nesil olduğu için aradaki farkları bilmek gerek. Şöyle ki, Türkiye'de geçen tüm o siyasi bocalamalardan sonra tazecik doğan bizler, siyasetten uzak ve belki de fazla alakasız olarak büyütülmüşüz! Neyse ki okuma oranı (bazı bölgelerde) yüksek, aslında büyüklerimizin düşündüğü kadar fena bir durumda değiliz. Teknoloji derseniz, diğer nesle göre kat kat artısı olan bir dünyada büyüdük. Hatta kapitalizm ülkemize hakim olmaya başladığında biz ona daha çok adapte olduk. Tabii ki bunların artısı eksisi var ama beni şu an belki de en çok ilgilendiren, ekonomi ve tüketicinin satın alma alışkanlığının ne yönde değiştiği. Evet son durumda Türkiye Ekonomisi, dünya içinde kendine bir yer bulmaya başladı. Yapılan ithalatlar, ihracatlar arttı. Peki Türk insanı bundan nasıl etkilendi? Yani geçtiğimiz 20 yılda neler değişti? Eskiden alış veriş yaparken nelere önem verirdik, şimdi neye? Bunlar uzun süredir merak ettiğim konulardı.

Ben de zoraki girdiğim iktisat bölümünde gerçekten kendimi aramaya başladım. Bir yerden bana, karakterime uygun olabilecek, her yöne giden bir alanda tek bir alan bulmak zorundaydım, diğer yandan ne yaparsam yapayım o alanı bulamıyordum. Aradan 3,5 yıl geçtikten, iki staj yaptıktan ve Almanya'da yaptığım Erasmus programından döndüğümde, elde var sıfır sözü, sözlüğüme eklenmişti. Aslında sadece prosedürden okula gidip geliyor, ders takibini bile yapmıyor deli gibi iş ilanlarını araştırıyordum. İnsan hiç isteyip istemediğini bilmediği bir alanda çalışmak ister mi? Zorunluluktan ister. İlla ki çevre baskısı var herkesin üstünde, ama zaman da geçiyor. Birkaç özel şirketle mülakata gittim, sınavlarına bile girdim. Ama hep istemediğim şeyler hızla gerçekleşmeye başladı. Aldığım red ve kabul cevapları aynı anda anlamsızlaşınca, sorunun mutsuzluğum olduğuna karar verdim. Böylece biraz daha içime yönlenmenin zamanının geldiğini anladım ve her şeyi olduğu gibi bıraktım.

Mezuniyet törenimden sonra aslında okulumun bir bahar dönemi daha uzadığını öğrendiğimde, bunun bir fırsat olduğunu anlamıştım. Çünkü kitapçıda rastgele elimi attığım bir kitabın hayatımı bu kadar değiştirebileceğini bilemezdim. Bu kitabın ismi "Buy-ology" idi. Martin Lindstrom'un müthiş eseri. Bana nöro-pazarlama denilen bir alanın kapılarını açtı. Ve bugün aradan neredeyse 2 yıl geçti ve ben tüm kariyer kararsızlıklarımın üstüne temiz bir sayfa çektim, iyi ki de yapmışım. Şimdi aklımda bir sürü yeni fikir, her an bu yeni alanı araştırmak, öğrendiklerimi de herkesle paylaşmak istiyorum. Çünkü ileride bahsedeceğim üzere, nöro-pazarlama işin içine nöro kelimesi girdiğinde korkulacak bir şey değil, tam tersine günlük yaşamda alışveriş yapma yetisine sahip herkesin, en temel düzeyde de olsa bilmesi gereken bazen de acı olan gerçeklikleri anlatıyor. Ben de yazılarımda, çoğu kişinin aslında nasıl bilinçaltına yenik düşerek, şirketlere fazladan kâr ettirdiğini; iktisat okumama rağmen 4,5 yıllık birikimimin temeli olan "rasyonel tüketici" ile başlayan tüm cümlelerimin geçersizliğini de açıklamış olacağım. Şimdiden herkese iyi okumalar...